Herşey Var !!!!
  Köşe Yazıları
 
Mbuyi Kabunda

 

ABD Afrika’da
ABD Afrika’da: Soğuk Savaşın dakik müdahalelerinden ekonomik ve askeri yayılmaya -Mbuyi Kabunda

-

ABD Başkanı Bill Clinton, 1995 yılında Amerika’nın Afrika’ya yönelik, kesin, açık ve anlaşılır bir politikası olmadığını belirterek “yeni bir Afrika politikasına ihtiyaç duyulduğunu” ifade ediyordu. Bugünkü Amerika, Afrika’yı, dış politikasının merkezinde yer alan bir parça olarak belirledi. Çünkü Gine Körfezi, kıtada üretilen petrolün %54’üne, dünya üretiminin de %5’ine sahip (2003). Ayrıca, kıta, Amerika’nın dünya çapında verdiği terörizme karşı mücadelesinde önemli bir yer tutmakta. Amerikalılar, Doğu/Batı iki kutuplu soğuk savaş sonrası dönemindeki Afrika’da, şimdiki veya 11 Eylül sonrasına ait dönemde; öyle ya da böyle içerikteki analizlerini belirlemede ve şekillendirmede etkili olan uluslararası olaylar içinde, farklı kulvarlarda geziniyorlar.

Afrika, soğuk savaş sürecinde eski kolonileri üzerindeki etkisinden vazgeçmeyen, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki geleneksel yarışın yanı sıra, süper güçlerin karşılaştığı bir futbol sahasına dönüştürülmüştü. Bu yüzden Amerika, kıtadaki performansını sınırlamış, Afrika’nın jandarmalığını, NATO içindeki dostlarına bırakmıştı. Sovyetler Birliği’nin kıtadaki gücünü etkisizleştirmek için de: Güney Afrika’da ki “komünist tehlike”ye karşı, gezici destek sovyetik-Kübalılar ve MPLA[1] Marksist-Leninist hükümetine karşı, Angola’da Jonas Savimbi’nin UNİTA‘sını[2] desteklemişti. Güney Afrika’da yaşanan ırk ayrımcılığı ile işbirliği ve Moskova’nın saygın dostu Kongo başbakanı Patricio Lumumba’nın öldürülmesi CIA tarafından tasarlanmıştı.

O zamanlarda kıta, “ilericiler”, “Sovyet yanlıları” ve “ılımlılar”, “batı yanlıları”, arasında bölünmüştü. Amerika (lojistik karşılık sağlamadan sorumlu) tarafından güvendirilen “Global emperyalistler” arasında, görev paylaşımı dahi yapılmıştı. “İkincil emperyalist” görev, Fransa’ya (eskiye dayanan kültürel-tarihsel haklarından dolayı, müdahaleyi en uç noktaya kadar götürmesi talebiyle jandarmalık etme görevi) verilmişti.

Kıtada saptanan ülkelerde (Fas, Zaire ve Güney Afrika) Batı’nın emirlerinin uygulanması ve onların yapacakları görevleri üstlenmesi için, müttefiklerden bazılarına, bir parça askeri malzeme yardımı yapılarak, “emperyalizmin bekçiliği” bu ülkelere emanet edilmişti.

Amerika Soğuk Savaş süresince böylece, anti komünizm adı altında, özellikle de Etiyopya ve Angola’da, Sovyetlerin kurduğu hükümetlerin ardından, Afrikalı diktatörleri desteklemişti.

Carter yönetimi boyunca Amerika’nın Afrika politikasını belirleyen dışarıdaki, gönülsüz askeri etkinliklerin altını çizmek gerekir. Yıkıcı deneyimler ve Vietnam, Afganistan, Irak konularında, dışarıdan gelen küçük düşürücü müdahaleler, Amerika başkanını Afrika’daki uygulamaları, şu üç ilke temelinde şekillendirmeye zorlamıştı: “Fransızca konuşan Afrika ülkelerinin sorumluluğunu Fransa’ya bırakmak, insan hakları gibi konularda, kıtanın geliştirilmesi, Doğu/Batı kavgasının kıtaya taşınmaması ve Afrika ülkelerinde bağımsızlığın korunması.

Amerika bu ilkeler doğrultusunda, Fransa ve İsrail’in desteğiyle iktidarını sürdürebilen Mobutu gibi Afrikalı diktatörlerle arasına bir mesafe koymuştu. Carter yönetiminin kıtadan geri çekilmesi sonucu, bu iki güç (Fransa ve İsrail) komünist egemenliği önlemeye karar vermişlerdi.

1980 yılı Kasım ayında iktidara gelen Reagan yönetimi, selefinin politikasına zıt ve tamamıyla saldırgan bir tutum sergilemiş ve Afrikalı müttefiklerine yardım etmek, onları güvence altına almak için açık askeri müdahalelerde bulunmuş ve bu kıtada ortak savunmayı sağlama almak için, batılı güçlere baskı uygulamıştı.

Bu geri dönüş politikası çerçevesinde, Afrika’daki yozlaşmış yönetimlere koşulsuz destek verilmişti. Mobutu gibi baskıcı birinin başkan olduğu hükümete, Angola’daki Sovyet–Küba varlığına, karşı mücadele etmek içinde Stinger benzeri dehşet uygulayan Savambi’nin UNİTA’sına askeri donanım temin edilmişti.

Soğuk Savaş sonrası dönemin, yeni ekonomik ve jeopolitik çıkarları

Baba Bush’un yönetimde olduğu 1993 yılında, Somali’de uygulanan Umut Yenileme Operasyon’u (Restore Hope); Kuzeydoğu ve Orta Afrika’da, Güney Afrika’da, Gine Körfezi’ndeki Nijerya’da, Afrika Boynuzunda ve de Doğu Afrika’daki Kenya ile Etiyopya’da yardımsever-askeri müdahale Amerikalılar için aşağılayıcı, korkunç bir duruma dönüşmüş ve Somali savaşının şefi Aidid Mohamed’in tutuklanması girişiminde de bulunulmuştu.

Bu politika, Uganda, Ruanda ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün neden ihlal edildiğini açıkça göstermişti. Amerikalı uzmanlar, üst üste yayınladıkları beş raporda, bu ülkelerin nasıl yağmalanmaya maruz kaldıklarını açıklamışlardı. Amerika’nın gözünün önünde, uluslararası yasalar ağır şekilde ihlal edildiği halde, Amerikalı yöneticiler tarafından hiçbir tepki gösterilmemişti.

11 Eylül sonrası

11 Eylül saldırılarının ardından, önceki planların doğrultusunda, “önleyici savaş”ın “Bush doktrini” ortaya çıktı. Afrika kıtası, Amerikan dış politikasının, dünya çapındaki stratejisi içinde yer aldı. 1998 Ağustos’unda, Dar es Salam ve Nairobi’de Amerika elçiliklerine yapılan saldırılar döneminde Kıta özellikle ayrıcalıklı anti-terör etkinliklerinin alanı olmuştu.

George W. Bush’un yönetimi tarafından derinleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiş olan AGOA anlaşması (AGOA-African Growth Opportunity Act, Afrika Büyüme Fırsatı Anlaşması: tercihli ticaret anlaşmaları formunda, ç.n) 1998 yılında Clinton yönetimi tarafından yürürlüğe sokulmuştu.

AGOA anlaşması çerçevesinde, anti-terörist mücadelede onlara yardım eden ve onların çıkarlarını gözeten, özellikle pazar ekonomisine ve Amerika liberal demokrasisinin prensiplerine saygılı olan Afrika ülkelerine, bazı gümrük avantajları sağlanmıştı. Ayrıca AGOA anlaşmanın kabul edilmesiyle birlikte bu militarist stratejilere, ekonomik bir içerik de eklenmişti.

Amerikalılar, kıtadaki askeri varlığını güçlendirmek istedikleri için, yürürlükteki ACRİ (African Crisis Response İnitiativ- Özel şirketlerin, askeri eğitim verdiği bir yapılanma, ç.n.) girişimini, 2002 yılında, ACOTA (African Contingency Operations Training Asistance . askeri eğitimin Pentagon güçleri tarafından verilmesi, ç-n) adında bir yapılanmaya dönüştürmüşlerdi. Amerika bunun, Afrikalı askerlere çıkabilecek krizlerde müdahale etme becerisi kazandırmak için yapılan bir yardım olduğunu açıklamıştı. Oysa gerçek amaç, kıtadaki diğer petrol ithalatçılarının amacıyla aynıydı. Petrolü kullanma ve işletme hakkını elde edebilmek ve sürekliliğini sağlamak için, o dönemde, insan haklarını ihlal eden hükümetlere gözlerini kapayarak, petrol üreten ülkelere, para ve askeri yardım teklif edilmişti. İşte bu nedenlerden (Kötü yönetim, hükümet sınıflarının yozlaşması, siyasal belirsizlik, Afrikalı güçler arasındaki rekabetlerden doğan çatışmalar) dolayı Afrika halkları, başlarına gelen kötülüklere “petrolün laneti” demişlerdi.

Amerika, bu amaçlara ulaşmak için, bölgedeki fiziki varlığının ilk adımı olarak: “Cibuti’de askeri bir üs kurmak. 2002 yılında bölgenin dokuz ülkesinde (Cibuti, Etiyopya, Eritre, Kenya, Uganda, Sudan – geri alınmış – Tanzanya, Somali, Yemen) polis ya da askeri bir güç (task force) oluşturmak. Yemen, Kızıl Deniz ve Afrika Boynuzu’nu kontrol edebilmek için de; Sahel bölgesinin sekiz ülkesini (Cezair, Mali, Fas, Moritanya, Nijer, Senegal, Çad ve Tunus) birleştirmek istemişti. Bu doğrultuda dokuz ülkenin birlikteliğini sağlamak içinde 2002 yılı sonunda, PAN SAHEL[3] oluşturulmuştu. Amerikalılar ve müttefiklerinin, çıkarlarına karşı yapılacak saldırılarda, teröristlerin kullanabileceği Sudan-Sahela şeridinin de insansızlaştırılması” planlanmıştı.

Sonunda, Orta Afrika’yı kontrol etmek ve kıtanın batı kıyılarındaki petrolü güvence altına almak için, Gine Körfezi’ne büyük, sürekli ve temel bir üs ile birlikte, Santo Tomé y Principe sahiline, bir uzay gözetleme sistemi yerleştirmeyi tasarlamıştı.

Kuzey Amerikalıların, Gine Körfezi’nden ithal ettiği petrol, toplam ithalatının içinde %12’den %20’ye yükselmiş ve bunun 2020 yılında %35’e yükseleceği hesaplanmıştı.

2007 yılının Şubat ayında George W. Bush tarafından ilan edilen ve 1 Ekim 2007 tarihinde çalışmaya başlayan Africom)’un (Afrika Birleşik Savaş Kumandanlığı) yaratılması, Afrika’yı askeri ve ekonomik olarak kontrol etme isteğinin bir işareti olarak değerlendirilmişti.

Africom’un genel merkezinin 2008 yılında Afrika’da kurulması öngörülmüş ve Afro-Amerikan General William E. Ward bu merkezin komutanlığına atanmıştı. Temel görevi, işleri koordine etmek olan bu yapı; Cezayir’den Pretoria’ya (Güney Afrika Cumhuriyetinin yönetsel başkenti, ç.n.) kadarki bölgede, güvenlik ve askeri eylemleri gerçekleştirmekle yükümlü kılınmıştı.

Bütün bu etkinlikler, yardımseverlerden ve sivillerden gizlendi. Africom’un genel merkez bürosunun kabulü konusu, Afrika ülkelerinin bir kısmı tarafından suskunlukla karşılanmıştı. Zaten, Amerikalıların dünya çapındaki mücadelesinde, onun çıkarlarına karşı teröristleri kıtaya çekme korkusu mevcuttu. Ayrıca Amerika, çeşitli ticari kazanımlar elde etmek gibi amaçlar için de Africom’u planlarken şu çıkarları hesaba katmıştı: “Kıtadaki Büyük Britanya ve Fransa’nın etkisini zayıflatmak; Çin’in ticari saldırısının önünü tıkamak; bu kıtaya yerleşmeyi planlayan Brezilya ve Hindistan gibi ortaya çıkan ülkeleri yıldırmak; PAN-Sahel girişimini güçlendirerek El Kaide’ye karşı mücadele etmek; Sudan’dan Etiyopya’ya kadar bir alanda İslam Mahkemeleri Birliği’ne karşı mücadele etmek; Ortadoğu’ya olan petrol bağımlılığını azaltmak için, Afrika petrolünün işletme güvencesini elde etmek.”

Kuzey Amerikalıların stratejileri, önemli petrol çıkarları bulunan, güçlü iş adamları ve Samuel Huntington’ın (“Medeniyetler çatışması teorisi”) ve Francis Fukuyama’nın fikirleri (“tarihin sonu teorisi”) ile ilişkilidir. Amerikalılar; “özellikle tek taraflı ve önlenebilir askeri eylemler karşısında bütün yöntemleri kullanarak, dünyanın bir uçundan diğer ucuna tüm rakiplerini bertaraf etmek ve tek süper gücün statüsünü korumak için, ulusal güvenlik stratejilerinin bir parçası olan Afrika petrollerine güveniyorlar.”

George W.Bush, 2001 yılında Beyaz Saraya gelişinden beri, çevresindeki muhafazakarlardan birine ait olan “Wolfowitz doktrini”nden ilham alarak, Irak savaşının mimarlarından biri ile birlikte, global enerji fiyatını kontrol etme siyaseti temelinde yürüttükleri siyasi ve ekonomik amaçlarının gerçekleşmesine kendini adadı.

Amerika’nın Afrika politikası, Barack Obama veya Hileri Clinton ya da John McCain’nin ellerinde belirsiz bir şey olarak duruyor. Bush’un “dünya demokratik devrimi”nde, bu adaylar döneminde daha fazla gerileme olacaktır. Çok kutupluluk ve çok taraflılığa belirli bir dozda duyarlı olan Hillary Clinton veya Barack Obama yönetiminde, bu gerileme daha fazla olurken, askeri- ekonomik ve siyasi tek yanlılık taraftarı McCain ile daha azı yaşanacaktır.

Her iki durumda da, zaptedilen Afrika ekonomisinin yürüyüşü, ötelerdeki askeri işgale doğru devam etmektedir.

 

dipnotlar:

[1] MPLA: Angola Halk Kurtuluş Hareketi. Aralık 1956’da kuruldu. Angola’da işgalci güç konumunda bulunan Portekiz devletine karşı 1961-1975 yılları arasında bağımsızlık mücadelesi verdi. 1975 yılında Angola’nın bağımsız olmasından sonra 1976 yılında iktidara gelen bir siyasi parti.

[2] UNİTA: Angola’nın Kuruluş için Ulusal Birlik. 1966 yılında kuruldu. Örgütün kurucusu, eğitimini İsviçre’de tamamlamış, büyük bir aşiret mensubu Jonas Savimbi’ydi. ABD, İsrail ve Güney Afrika’nın desteği ile MPLA’ya karşı mücadele eden bir örgüt.

[3] PAN SAHEL: 2002 yılının Kasım ayında, Amerika tarafından oluşturulan, Mali, Nijerya Çad ve Moritanya gibi ülkeleri terörizme karşı koruyan, teröristlerin bu ülkelere sızmalarını önleyen, bu ülkelere askeri ekipman konusunda yardım etmeyi öngören bir program.

Serdar Eroğlu
Karakter boyutu : Normal Büyük Daha Büyük En Büyük
Tarihin görkemli kaybedenleri!
“Tarih her zaman kazananların yanındadır” denir hep. Tarih yazıcılar hep kazananları, savaş meydanlarından sağ çıkan, ayakta kalanları, onların sözlerini yazdı. Ancak öyle görkemli kaybedenler vardı ki adları halkların hafızalarına kazındı günümüze kadar geldi. Tarih yazıcılar da onları görmezden gelemedi.

Onların hepsini anlatmak imkansız. Birçok insan oldu tarihte yanlış gördüğünün karşısına dikilen. Bunların pek azı başarılı oldu. Ancak nihayetinde iyiyi, onurluyu savunarak tarihte kaybedenler, halkların vicdanında kazanan olmayı başardı.

TARİHİN İLK GERİLLASI: VİRİATHUS

Tarihte görkemli kaybedenler denilince akla gelen ilk isimlerden biri Roma ordularına karşı direnen Viriathus’tur. M.Ö. 139 yılında Romalılar tarafından öldürüldüğünde Viriathus ünü çoktan İberya’nın büyük savunucusu olarak yayılmıştı.

Doğum tarihi belli olmayan Viriathus’un tam kökeni de belli değildir. Sadece Yunan tarihçi Diyotorus Siculus, Viriathus’un Lusitanyan köklerine işaret eder. Dönemin bir diğer tarihçisi Livy ise Viriathus’un okyanus kıyısında yaşayan bir kabilden geldiğini ve önce çoban, ardından avcı, bunun ardından da asker olduğunu yazar.

Viriathus tarihe göre Romalılara karşı direnmeden önce yoktur, O’nu Viriathus yapan, tarihe geçiren bu direniştir.

Romalı tarihçi Appian’a göre Viriathus, Roma Konsülü Galba’nın M.Ö. 150 yılında Lusitanyan savaşçılarına karşı giriştiği büyük katliamdan kurtulan bir avuç askerden biridir. 20 bin Lusitanyan’ın öldürüldüğü bu katliamdan sadece iki yıl sonra Viriathus, Lusitanyan ordusunun başına geçer.

Romalı tarihçilere göre Viriathus’un çok güçlü bir fiziği vardı; iyi bir stratejist ve çok zeki bir komutandı. Ünlü Romalı tarihçi Polybius onunla savaşı “ateşle savaş” olarak nitelendiriyordu. Viriathus birçok komutanın aksine soylu bir aileden gelmiyordu. Ülkedeki tüm aristokratk aileleri kayıt altına alan Romalılar Viriathus’tan hiç bahsetmemişti.

Katliamdan iki yıl sonra İberya’da büyük bir ayaklanma başlatıldı. Bu ayaklanmayı bastırmak için Romadan Caius Vetilius komutasında bir lejyon gönderildi. Vetilius, ayaklananların büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi. Geriye 1000 kadar isyancı savaşçı kalmıştı. Bu savaşçıların arasında Viriathus da bulunuyordu.

Viriathus savaşta nasıl bir taktik izleneceğine ilişkin düzenlenen toplantıya sıradan bir savaşçı olarak katıldı ve bir komutan olarak çıktı. İsyancıların başına geçen Viriathus Roma ordusu saldırdığı anda 1000 adamını daha sonra başka bir noktada buluşmak üzere ayrı yönlere küçük gruplar halinde dağıttı. Romalıların 10 bin kişilik gücünü bu şekilde bölen Viriathus, hızlı adamları sayesinde isyancıları savaş meydanından sağ salim kurtarmayı başardı.

M.Ö. 149 yılında Viriathus, Roma lejyonuna karşı Tribola’da bir dizi saldırı gerçekleştirdi. Gerilla taktikleri kullanan Viriathus, aralarında lejyonun kumandakı Caius Vetilius’un da bulunduğu 4 bin Roma askerini öldürdü. Bu olayın ardından Viriathus üzerine gönderilen Romalı komutanlar Gaius Platius, Claudius Unimanus ve Gaius Negidius’un başında bulunduğu Roma ordularını yendi.

Roma bunun üzerine 15 bin asker ve 2 bin atlıdan oluşan büyük bir orduyu İberya’ya gönderdi ancak bunların da büyük bir bölümü Viriathus’un savaş taktikleri karşısında yok oldu. Roma bu kez en iyi generali Fabius Maximus Servilianus’u Viriathus’un üzerine saldı. Roma ordusu Sierra Morena yakınlarında Viriathus’un pususuna düştü. Ancak Viriathus burada Romalıların kendisine yaptığı anlaşma teklifini kabul etti. Servilianus Viriathus ile bir barış anlaşması imzaladı. Anlaşma Roma Senatosu tarafından da onaylandı.

Romalılar bu süreç içerisinde Lusithanyalıların direnişinde Viriathus’un liderlik rolünü anlamıştı. Bu yüzden savaş meydanında çarpışmaktan ziyade önce O’nu ortadan kaldırmaya karar verdiler.

Viriathus’un İtalya’ya barış için gönderdiği elçileri Audax, Ditalcus ve Minurus burada Roma senatörü Marcus Popillius Laenas tarafından satın alındı ve üçlü İberya’ya geri döndüklerinde Viriathus’u çadırında uyurken öldürdü.

Viriathus’un ölümünün ardından her ne kadar Lusihanya halkının direnişi sürdüyse de Roma’nın genişlemesi durdurulamadı.

TARİH EN GÖRKEMLİ KAYBEDENİ: SPARTAKÜS!

Spartaküs tüm dünya tarihinin belki de en ünlü kölesidir. M.Ö. 120- M.Ö. 70 yılları arasında yaşayan Spartaküs’ün yenilgisi de tarihin en görkemli yenilgilerinden biridir.

Romalı tarihçilere göre Spartaküs’ün kökeni Trakya’ydı. Burada köle tüccarlarının eline düşen Spartaküs, Roma ordusuna verilmiş ve birçok savaşta yer aldıktan sonra Romalı senatör Lentulus Batiatus’un gladyatör okuluna satılmıştı.

Spartaküs bu okuldan M.Ö 73 yılında 69 arkadaşıyla birlikte kaçarak Naples’e sığındı. Silah olarak kullanabilecekleri ne varsa yanına alan bu gladyatörlere yolda rastladıkları çok sayıda kaçak köle de katıldı.

Spartaküs ve yanındakilerin önemli bir bölümü İtalya’nın dışından değişik Avrupa ülkelerinden gelen kölelerdi. Ve bu köleler kendi ülkelerine geri dönmek istiyordu. O yüzden Vezüv geçidinde karşılarına çıkan Roma ordusunu yenerek kuzeye doğru yürüyüşe geçtiler.

Spartaküs, Roma ordusunda görev yaptığı dönemde savaş taktikleri konusunda ciddi bir birikime sahip olmuştu. Kendisi de son derece zeki biri olan Spartaküs, kısa bir sürede isyancı kölelerden disiplinli bir ordu yarattı. Kuzeye doğru giderken iki Roma lejyonunu yok etti.

M.Ö. 72 yılında Spartaküs, karşısına çıkan 30 bin kişilik Roma ordusunu yendi. Bu sırada Spartaküs’ün yanından ayrılan Crixus adlı köle ve onun arkadaşları Romalılar tarafından öldürüldü. Spartaküs bu olaydan sonra 2 Roma lejyonunu daha dağıttı. Alplere kadar ilerleyen köle ordusu dağları aşıp kendi yurtlarına dağılabilirdi ancak bu noktada Spartaküs ve yanındakiler fikir değiştirdi ve yeniden güneye yöneldi. Yolda iki Roma lejyonunu daha yenen Spartaküs yılsonunda ülkenin en güney ucundaki Messine boğazına kadar ulaşmıştı.

Spartaküs burada kendilerini Sicilya’ya geçirecek olan Kilikyalı korsanların ihanetine uğradı. Reggina yakınlarında sıkışan Spartaküs ilk kez yenilgiye uğradı ve Birindisi’ye kaçtı. Birindisi yakınlarındaki Silarus nehrinde Romalılarla çarpışan köleler arasında bulunan Spartaküs’ün burada öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Spartaküs’ün ölümünün ardından köle ordusu tamamen dağıtıldı. 6 bin 600 köle Appia’dan Roma’ya kadar uzanan yolda çarmıha gerildi. Romalılar bütün çabalarına rağmen Spartaküs’ün ne ölüsünü ne de dirisini bulabildi. Zira O’nu diğer kölelerden ayıran hiçbir işaret ya da simge yoktu.

MİLYONLARIN KALBİNDEKİ İMAM: HZ. HÜSEYİN

Hz. Hüseyin, peygamber Hz Muhammed’in torunu, 4. halife Hz Ali’nin de oğludur. Hz Ali’nin öldürülmesinden sonraki dönemde ağabeyi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dışında, Hz. Muhammed’le kan bağı bulunan kimse hayatta değildi. Bu nedenle iki kardeşin halife olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.

Hz Ali’nin 661 yılında öldürülmesinin ardından İslam dünyasında yeni Halifenin kim olacağı tartışılmaya başlandı. O dönemde İslam devleti içindeki en etkili ailelerden olan Emeviler ve bu ailenin başındaki Muaviye halifeliğin kendilerine verilmesini istiyordu. Ancak büyük bir kesim Hz. Hasan’ın halife olmasını istiyordu.

İki taraf arasında yaşanan çatışmanın büyümemesi için Hz. Hasan, Muaviye’nin halifeliğini kabul etti. Ancak Muaviye, işler kötüye gittiği zaman adı halifelik için ilk gündeme gelecek isim olan Hz Hasan’ı zehirleyerek öldürttü.

Hz. Hasan’ın takipçileri bu tarihten sonra kardeşi Hz. Hüseyin’i başa geçirdiler. Hz. Hüseyin Muaviye ile iktidar kavgasından uzak durdu ancak kendi cemaatini de korudu. Hz. Hüseyin’in Muaviye’den sonra halife olması bekleniyordu.

Ancak Muaviye bu tehlikeyi gördüğü için henüz yaşadığı sırada, 680 yılında oğlu Yezid’i halife olarak ilan etti ve kimsenin buna karşı çıkmaması için halkın huzurunda O’na biat etti. Yezid bu hamleden sonra İslam dünyasının en etkin ismi olan Hz Hüseyin’in kendisine biat etmesini istedi. Hz. Hüseyin’in cevabı ise oldukça sertti: ““Biz, nübüvvet Ehl-i Beyt’i ve risalet madeniyiz. Yezid ise fasık, şarap içen ve adam öldüren birisidir. Benim gibi birisi onun gibi bir kimseye biat etmez...”

Hz. Hüseyin, Medine’de korunamayacağını görünce 682 yılında Mekke’ye göç etti. Bu sırada İslamiyetin önemli merkezlerinden biri olan Kufe’den kendisine cemaat adına gönderilen bir mektup Hz. Hüseyin’in eline ulaştı. Mektupta Hz. Hüseyin güvenliği için Kufe’ye davet ediliyordu.

Hz. Hüseyin önce bir elçisini Kufe’ye gönderdi. Elçiyi gören Kufeliler O’nun önünde eğilip biat ettiler. Elçi bu durumu Hz. Hüseyin’e bildirdi. Ancak bu meseleden halife Yezid de haberdar olmuştu. Yezid birçok adamını Hz. Hüseyin’in üzerine saldı ancak bu çabaların hepsi başarısız oldu. Hz. Hüseyin, Mekke’den ayrılarak Kufe’ye doğru yola çıktı.

Hz. Hüseyin ve kafilesi yolda Yezid’in orduları tarafından çöle sürüldü. Suya ulaşmaları engellendi. Ve sonunda Kerbela yakınlarında Yezid’in askerleri tarafından vahşi bir şekilde öldürüldü. Hz. Hüseyin’in buradaki direnişi de dillere destan oldu. Öyle ki Hz. Hüseyin’in katlediği “Aşura” günü orada bulunan Haccac bin Abdullah şöyle dediği rivayet edilir:

“Allah’a ant olsun ki, oğlu, kardeşi, kardeş oğulları, akrabaları ve yaranları öldüğü halde onun (İmam Hüseyin) gibi direnişli, sebatlı, şecaatli ve yiğit birisini ben görmedim. Allah’a ant olsun ki ondan önce ve ondan sonra onun gibi birisini görmedim. İmam Hüseyin düşman ordusuna saldırdığında, kurt korkusuyla dağılan keçiler gibi, İmam’ın sağ ve solundan öylece kaçıyorlardı.”

Hz. Hüseyin öldürüldüğü yere yakın olan Kerbela kasabasına gömüldü. Taraftarları daha sonra onun mezarı üzerine İmam Hüseyin Türbesini yaptı. Türbe halen Şiilerin en kutsal mekanı konumundadır.

İmam Hüseyin’in savaş alanında kesilen başının bugün İsrail sınırları içinde bulunan Aşkelon’a götürüldüğü bildirilir. Burada Fatimi halifeler tarafından alınarak Kahire’ye getirilen kesik baş, Fatimi sultanlarının gömüldüğü bir mezarlığa gömülür. Görgü tanıklarının ifadelerine göre baş, olayın üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen çürümemişti ve yüzündeki kan izleri olduğu gibi duruyordu.

İNGİLİZLERİN ŞEYH BEDREDDİN’İ: JOHN BALL

İngiltere’de ünlü 1381 köylü isyanının liderlerinden biridir John Ball. Geçmiş hayatı konusunda pek az şey bilinir. York şehrinde doğup büyüdüğü ve din eğitimini burada aldığı söylenir. Kent şehrinde bir süre rahiplik yapmıştı. İngiliz tarihçiler O’nun bir dönem “Kent’in Deli Rahibi” olarak anıldığını söyler.

John Ball isyan öncesinde sosyal eşitlik konusundaki fikirleriyle Kilise içerisinde aykırı bir isim olarak sivrilmişti. Bu fikirleri O’nun Canterbry başpsikoposuyla çatışmasına neden oldu ve üç kez zindana atıldı. 1366 yılında Kilise insanların John Ball’un yanına yaklaşmasını yasakladı.

John Ball buna rağmen fikirlerini değiştirmedi ve uzlaşmaya, af dilemeye yanaşmadı. 1381 yılında yeniden zindana atılan John Ball, isyancı köylüler tarafından kurtarıldı.

Şeyh Bedreddin’in henüz genç bir din adamı olduğu dönemde John Ball, Kent şehrinde çevresinde toplanan köylülere şöyle seslendi: “Adem topragi kazarken Havva yün egiriyordu. Peki o zaman efendi kimdi? Baştan beri insanlar birbirine benzer yaratıldı ve bizim zincirlerimiz, içinde kötülük olan insanlar tarafından oluşturuldu. Eğer Tanrı birilerinin özgür, birilerinin köle olmasını isteseydi en baştan kimin özgür kimin köle olacağını söylerdi. Bu nedenle sizi Tanrıdan aldığımız yetkiyle bizi köle kılan bağları yıkmaya ve özgürlüğü almaya çağırıyorum”. Ball bu konuşmasında isyana kalkan köylülerden tüm soyluları öldürmelerini istedi. Kendisi de Londra kulesine hücum eden isyancılar arasında yer aldı.

İsyan başarısızlıkla sona erince John Ball, ülkenin orta kesimlerine kaçtı ancak Coventry’de yakalandı. 15 Temmuz 1381 günü Kral II. Richard’ın huzurunda asılarak idam edildi.

John Ball ve isyanın diğer liderleri Wat Tyler ve Jack Straw çağlarında kaybettiler ama özgürlük mücadeleleri için ilham oldular. Özellikle sosyalizmin teorisyeni Karl Marks, John Ball’un isyan konuşmasından çok etkilenip, ilham aldığını söyleyecekti.

BİZİM JOHN BALL: ŞEYH BEDREDDİN!

“Kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz, milletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptâl edeceğiz” diyerek yola çıkan Şeyh Bedreddin, kimilerine göre tarihin ilk komünistidir. İnsanın insan üzerindeki tahakkümünü tamamen reddeden Şeyh Bedreddin, aykırı fikirlerini geniş ve çok farklı kesimlerden halk kitlelerine benimsetmiş nadir liderlerden biridir.

Şeyh Bedreddin bugün Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Simavne kasabasında dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte birçok kaynak Şeyh’in 1359’da doğduğunu yazar. Babası Simavne kadısıdır. Bu nedenle “Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddin” olarak anılacaktır. Annesi ise sonradan Müslümanlığı seçen bir Rum’dur.

O dönemlerde Osmanlı’nın başkenti Edirne’dir. Şeyh Bedreddin de Edirne’de eğitimine başlar ve dönemin ünlü İslam alimlerinden dersler alır. Bursa’da da Koca Efendi’den astronomi ve matematik dersleri alan Şeyh Bedreddin, Konya’da ise dönemin ünlü alimi Feyzullah Efendi’den mantık ve astronomi öğrenir.

Anadolu’da edindiği bilgilerle yetinmeyen Şeyh Bedreddin dönemin ilim merkezi Kahire’ye geçer. Şeyh Bedreddin, Memlük sultanı Berkuk’ın sarayında 3 sene kalır ve bu süreçte alim Hüseyin Ahlati’nin öğrencisi olur.

Ahlati kendisini en iyi anlayan isim olduğunu düşündüğü Şeyh Bedreddin’i vasi olarak atar. Ahlati’nin müritlerinin bu duruma tepki göstermesi karşısında Bedreddin, Anadolu’ya döner.

Bu sırada Bedreddin’in ünü yayılmış ve Anadolu’nun dört bir yanında O’nu müritleri karşılar olmuştur. Aydın’ın Nizar köyünde Börklüce Mustafa ve Domaniç’in Sürme köyünde de Torlak Kemal’le tanışır. İkili Şeyhle konuşmalardan sonra O’nun müridi olurlar.

Edirne’ye yerleşen Şeyh Bedreddin, 1402 yılında başlayan Fetret Devri’nde Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yapar. Bu sırada Börklüce Mustafa’yı yanına aldırır. Torlak Kemal de sık sık Edirne’ye gidip gelir. Ancak Şeyh 1413 yılında iktidar mücadelesini Mehmet Çelebi kazanınca kendisi İznik’e sürülür.

Şeyh İznik’e sürüldükten sonra Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa memleketlerine dönerek Osmanlı idaresinden rahatsız olan köylüleri ve dervişlerin katıldığı bir isyana kalkar. Karaburun ve çevresinde yoğunlaşan isyancılar üzerlerine gönderilen Saruhan Beyinin ordusunu yener. İsyancıların üzerine sürülen Osmanlı ordusu ise zafer kazanır. Tüm isyancılar Börklüce Mustafa’nın gözü önünde öldürülür. Kendisi de bir deve üzerinde çarmıha gerilir ve bu şekilde gezdirilir.

İsyanın patlak verdiği sırada Şeyh Bedreddin, İsfendiyar Beyliğine sığınır. Sinop üzerinden Eflak’e giden Şeyh, Edirne’ye dönmek üzere yola çıktığı sırada Osmanlı tarafından ele geçirilir ve Serez çarşısında asılır.

Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı” adlı eserinde Şeyh’in idamı şöyle anlatılır:

“Dönüldü Bedreddine.

Denildi: «Sen de konuş.»

Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»

Bedreddin

baktı kemerlerden dışarı.

Dışarda güneş var.

Yeşermiş avluda bir ağacın dalları

ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.

Bedreddin gülümsedi.

Aydınlandı içi gözlerinin,

dedi:

— Mademki bu kerre mağlubuz

netsek, neylesek zaid.

Gayrı uzatman sözü.

Mademki fetva bize aid

verin ki basak bağrına mührümüzü..

Yağmur çiseliyor,

korkarak

yavaş sesle

bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,

beyaz ve çıplak mürted ayaklarının

ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,

Serezin esnaf çarşısında,

bir bakırcı dükkânının karşısında

Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.

Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.

Ve yağmurda ıslanan

yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin

çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.

Serez çarşısı dilsiz,

Serez çarşısı kör.

Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü

Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor”.

 

TUPAC AMARU: O’NU PARÇALAMAK İSTEDİLER AMA PARÇALAYAMADILAR

O’NU ÖLDÜRMEK İSTEDİLER AMA ÖLDÜREMEDİLER

19 Mart 1742 tarihinde Peru’nun Cusco şehri yakınlarındaki Tinto köyünde doğan Tupac Amaru, 1780 yılında İspanyol işgalcilere karşı gerçekleştirilen yerli isyanını öncüsüdür. Güney Amerika’daki ilk bağımsızlık hareketlerinden birini başlatan Tupac Amaru, Peru’nun modern bağımsızlık hareketine de ilham kaynağı oldu.

Tupac Amaru’nun gerçek adı José Gabriel Condorcanqui’ydi. San Fransisco de Borja Okulunda Jesuit eğitimi alan Tupac Amaru, bölgedeki etkin ailelerden birinden geliyordu. 18 yaşında büyükbüyükbabasının ismini alan Tupac Amaru, yerli kabilelerin başına geçti ve İspanyollara karşı bir isyan başlattı.

İsyanın ilk günlerinde Tupac Amaru’nun güçleri bölgedeki tüm İspanyol askerlerini ve İspanyol Vali Antonio de Arriaga’yı öldürdü.

Tupac Amaru’nun isyanı aslında çok belirleyici bir isyan değildi. Son 50 yıl içinde buna benzer birçok isyan olmuştu. Nitekim Tupac Amaru da üzerine gönderilen İspanyol ordusuna karşı direnemedi ve esir düştü.

Bu isyanı ve Tupac Amaru’yu ölümsüz kılan O’nun infaz edilme şeklidir.

Tupac Amaru yakalandıktan sonra önce eşi, büyük oğlu Hipolito, dayısı Fransisco ve kayınbiraderi Antonio Bastidas’ın idamını izleme daha sonra da kolları ve bacakları dört ayrı ata bağlandıktan sonra vücudunun parçalanması yöntemiyle ölüme mahkum edildi.

Tupac Amaru, sevdiklerinin idamını izledi. Daha sonra kol ve bacakları dört ata ayrı ayrı bağlandı ve atlar ayrı yönlere sürüldü. Ancak Tupac Amaru’nun vücudu 4 atın gücüne dayandı ve parçalanmadı.

Bunun ardından İspanyollar Tupac Amaru’yu daha önce büyükbüyükbabasının infaz edildiği alana götürdü ve burada baltalarla keserek idam etti.

Tupac Amaru’nun arkasından yazılan destanda şu mısralar yer aldı:

Querrán romperlo y no podrán romperlo ("O’nu parçalamak isteyecekler ama parçalayamayacaklar").

Querrán matarlo y no podrán matarlo ("O’nu öldürmek isteyecekler ama öldüremeyecekler").

 

KAFKASLARIN ÖLÜMSÜZ KOMUTANI: ŞEYH ŞAMİL

Şeyh Şamil, bir ömür boyu işgalciye direnmenin sembolüdür. Kafkasların tarihindeki direniş örneklerinin en güçlüsü ve İslam dünyasında en büyük yankı uyandıranı Şeyh Şamil’di. 1797 yılında doğan Şeyh Şamil, 1834-1859 yılları arasında Kafkasya’da Ruslara karşı gerçekleştirilen isyanı yönetti.

Şeyh Şamil 1797 yılında günümüzde Dağıstan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Gimri’de doğdu. Doğduğunda kendisine Ali adı verildi ancak bebekken hastalanınca geleneklere uygun olarak adı Şamil olarak değiştirildi. İyi bir din eğitimi alan Şeyh Şamil, babasının da nüfuzuyla Kafkasya’da etkili bir din adamı konumuna getirildi.

Şeyh Şamil’in gençliği Osmanlıların Ruslar karşısında geri çekildiği ve Kafkasya’daki toprakları kaybettiği bir dönemde geçti. Kafkasya’da Şeyh Mansur ve Gazi Molla liderliğinde Ruslara karşı bir direniş başladı. Bu direniş 1832 yılında Şeyh Mansur’un Ruslar tarafından öldürülmesiyle sona erdi. Şeyh Mansur’un öldüğü çatışmadan sadece iki kişi kurtulmuştu. Bunlardan biri Şeyh Şamil’di.

Şeyh Şamil çatışmadan sonra yaralarının iyileşmesi için uzun bir süre gizlendi. 1834 yılında Şeyh Şamil Ruslara karşı direnen güçlerin başına geçti ve tam 25 sene boyunca Rusları peşinde koşturdu. 1859 yılının 25 Ağustos günü Rus güçlerince yakalandığı zaman Şeyh Şamil 62 yaşındaydı ve hemen hemen tümünü Ruslara karşı savaşarak geçirdiği bir hayatın son dönemlerine girmişti.

Şeyh Şamil bundan sonra 10 sene Rusların elinde tutsak kaldı. 1869’da Hacca gitmesine izin verildi. Burada Kabe’nin üzerine çıkarılarak tüm Hacca gelenleri selamlamasına izin verildi. Şeyh Şamil ülkesine dönmeden burada öldü. Cenazesi Cennet-ül Baki mezarlığına gömüldü.

VARŞOVA’DA DİRENENLER!

Dünya tarihi zorbalığa, haksızlığa karşı büyük direnenler halklar ve halk hareketlerine sahne oldu. Bunların her biri kendi çağında, kendine has özellikleriyle, kendi açısından büyük direnişlerdi. Ancak bunlardan biri vardır ki tarih ne bir liderini, ne bir öncüsünü hatırlayacak, tüm savaşçılarını birlikte anacaktı: Varşova ayaklanması.

Dünyanın tarihinde görülen en acımasız düşmana, Nazi Almanyasına karşı 1 Ağustos 1944 tarihinde başlatılan ayaklanma tam 63 gün sürdü. Bu ayaklanma büyük kahramanlıkları, büyük trajedileri ve büyük ihanetleri içinde barındırdı ve tarihe bu şekilde yazıldı.

1 Ağustos 1944 tarihine gelindiğinde Sovyet orduları, Nazi ordularını önüne katmış batıya doğru sürüyordu. Bu süreçte 1939 yılından bu yana alttan alta örgütlenen Varşova’daki “Vatan Ordusu” güçleri de bu Nazileri zayıf buldukları bu anda ayaklanmaya karar verdiler. Onlar için özgürlük hiç olmadığı kadar yakın görülüyordu.

Polonya’nın yeraltındaki Vatan Ordusunun generali Bor Komorowski, 1 Ağutos 1944 günü akşam saat 5’te ayaklanmanın başlaması emrini verdi. Komorowski’nin planlarına göre ayaklanma 1 hafta sürecek ve şehir Almanlardan temizlenecekti. Ancak Komorowski, Nazilerin, Kızıl Ordu’ya karşı son direniş noktası olarak Varşova’yı belirlediğini ve buraya onbinlerce askerlik ek sevkiyatın yapıldığını bilmiyordu.

Direnişçiler 4 bini kadın toplam 40 bin askerdi. Bu ordunun elinde sadece 2 bin 500 silah vardı. İç düzenleri çatışmalar sırasında ölen birinin silahını diğer askerin alması prensibi üzerine kurulmuştu. Yani ordunun büyük bir bölümü eli silahlı olan arkadaşlarının ölmesini ve onlardan kendilerine geçecek olan silahı kullanmayı bekliyordu.

Direnişçilerin karşısında ise 30 bin kişilik tanklarla, uçaklar ve toplarla desteklenmiş iyi eğitimli Nazi ordusu vardı.

O gün saat 17’de direnişçiler şehirdeki 180 ayrı Alman askeri noktasına bir anda saldırdı. İlk saldırı planlandığı kadar başarılı olmadığı fakat direnişçiler bazı kilit noktaları ele geçirdi. Şehrin gaz, elektrik ve su tesisatının kontrolü direnişçilerdeydi.

Ayaklanmanın ilk günü 2 bin direnişçi ile 500 Alman askeri öldü. Aynı gün bir matbaayı ele geçiren direnişçiler, 5 yıl aradan sonra ilk bağımsız Leh gazetesini bastı.

Bu sırada şehre sadece birkaç kilometre uzakta bulunan Sovyet orduları durdu. Varşova semaları Nazi uçaklarına terk edildi. Ayaklanmanın son günlerinde Sovyet ordusu Varşova’nın dibindeydi ama hiçbir şekilde Nazilere karşı direnen güçlere Sovyet yardımı gelmedi. Stalin, daha önce Sovyetlere tabii bir şekilde Nazilere karşı savaşmayı kabul etmeyen Polonyalı güçlerin Naziler tarafından tasfiye edilmesini bekleyecekti.

Başarılı geçen ilk günün ardından Almanların hava ve topçu saldırıları başladı. Özellikle hava saldırıları direnişçiler için büyük sorun oluşturuyordu zira ellerinde uçaklara karşı kendilerini savunacak silahları yoktu. Şehrin geri kalan stratejik noktaları ise Alman tankları ve makinelı tüfekleri ile korunuyordu.

Almanlar şehre bir hafta içinde takviye güçler gönderdi. Bu takviye güçler Almanların Türkmenistan ve diğer Orta Asya ülkelerinden silah altına altığı Türkmenlerden oluşuyordu. Bu birlikler şehrin Alman kontrolündeki bölgelerinde 65 bin sivili katletti. Sadece Wola ve St Lazarus hastanelerinde 1,360 hasta bu güçler tarafından kurşuna dizildi.

Aynı birlikler Alman komutanlarının kumandasında sivilleri kalkan olarak kullanarak direnişçilerin üstüne yürüdü. Yaşanan şiddetli çatışmalarda Varşovalı direnişçiler büyük kayıplar vermeye başladı. Ne Batıdan ne de şehrin diğer tarafında bekleyen Sovyet ordusundan yardım gelmedi.

14 Ağustos’tan 2 Eylül tarihine kadar Varşova Eski Şehir meydanı için yoğun çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda direnişçiler şehrin bir yerden bir yere nakil için şehrin kanalizasyon şebekesini kullanıyordu. 2 Eylül’e gelindiğinde 30 bin sivil ve 2 bin 500 direnişçi Eski Şehir meydanında hayatını kaybetmişti.

Eski şehir meydanının kaybedilmesinden direnişin sona erdiği 4 Ekim tarihine kadar tüm dünyanın bilgisi dahilinde Naziler adeta planlı bir katliama girişti. Bu direnişte 200 bini aşkın Varşovalı katledildi. Hitler direnişçilerden hırsını bu katliama rağmen tam olarak alamamıştı ki Varşova’nın tamamen yıkılmasını ve şehrin mühendislerin çalışmasıyla bir göle çevrilmesi talimatını verdi. Hitler’in bu talimatının ardından tüm Varşova gerçekten yıkıldı, ancak göl planları Sovyet ordusunun ilerleyişiyle bozuldu.

Kaynak:ANF

 

 

 

 

İSLAMSIZ BİR DÜNYA

 

 
Graham E. Fulle

Sunuş:

John Lennon’ın meşhur “Imagine” şarkısındaki sözlerini bilirsiniz, “Hayal edin, öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok, din de yok…” der Lennon. CIA’in eski Ulusal İstihbarat Kurulu Başkan Yardımcısı Graham E.Fuller aşağıdaki makalesinde işte bu hayali İslam için kuruyor. Fakat çıkan sonuç hiç de Lennon’ı memnun edecek türden değil. Fuller’e göre İslam hiç olmasaydı bile bugün bulunduğumuz sorunlarla yine başbaşa olacaktık.

Özellikle din’in siyasetteki işlevini ve sosyo-politik ve coğrafi olguların toplum ve siyaset için ne derece önemli olgular olduğunu kavramak açısından okunması gereken bir yazı.

İSLAMSIZ BİR DÜNYA

Yapabilirseniz, İslam’ın olmadığı bir dünya düşünün… Kabul etmek gerekir ki “ben merkezci” dünya görüşü gündem başlıklarına sirayet ediyor. Çünkü uluslararası karışıklıkların altında hep İslam var gibi görünüyor: İntihar saldırıları, işgaller, direniş mücadeleleri, isyanlar, fetvalar, cihad, gerilla mücadelesi, tehdit videoları ve tabi ki 11 Eylül. Bütün bunlar neden oluyor? Bu soruya “İslam yüzünden oluyor” diye cevap vermek bizlere net, hiç de karışık olmayan ama eksik bir analitik ölçüt sunuyor. Dünyanın kıvranışlarına mana vermek bu şekilde daha kolay oluyor. Hatta bazı neo-muhafazakarlara göre “İslamofaşizm” yaklaşan 3.dünya savaşında karşı saftaki onulmaz düşmanımız konumunda bulunuyor.

Ama biraz da bana kulak verin. İslam diye bir şey ya hiç var olmasaydı? Muhammed adında bir Peygamber bulunmasaydı, İslâm Orta Doğu, Asya ve Afrika’nın geniş bölgesinde hiç yayılmamış olsaydı?…

Dikkatimizi günümüzün en duygusal konuları olan terörizm, savaş ve yaygın anti-Amerikancılığa odakladığımız için, bu krizlerin doğru kaynaklarını anlamamız epey zorlaşıyor. Problemin kaynağı İslâm’ın kendisi mi, yoksa daha kapalı ve daha derin başka bir takım faktörler mi var?

Argümanın gereği doğrultusunda tarihi hayal gücümüzü kullanıp kafamızda İslamsız bir Orta Doğu resmi canlandıralım. Böyle bir durumda mevcut sorunlarımızın birçoğundan kurtulur muyduk hakikaten? Orta Doğu daha barış içinde bir yer mi olurdu? Doğu-Batı ilişkilerinin karakteri ne kadar farklı olurdu? İslam olmadan, uluslararası düzen bugün olduğundan çok daha farklı bir tablo sunar mıydı?

İSLAM DEĞİLSE, O ZAMAN NE?

Orta Doğu’nun en eski zamanlarında, İslam, kültürel normları ve halkların politik tercihlerini şekillendirmiştir. O halde İslam’ı Orta Doğu’dan nasıl soyutlayabiliriz? Hayal etmek o kadar güç değil aslında.

Etnik köken ile başlayalım. İslam olmadan da, bölgenin yapısı oldukça karmaşık ve çatışmaya müsait. Orta Doğu’nun baskın etnik grupları arasında Araplar, Persler, Türkler, Kürtler, Yahudiler, Berberiler ve Peştuniler var. Bunlar İslam olmasaydı da baskın gruplar olacaklardı. Persleri ele alın: İslam’dan çok önce, büyük Pers imparatorlukları Atina’nın kapılarına dayanmış ve Anadolu’da hükmeden medeniyetlerle sürekli rakip olmuşlar. Semitik halklarla da sürekli mücadele etmişler, Bereketli Hilal üzerinde ve Irak içinde savaşmışlar.

Arapların kabile ve tüccarları Orta Asya’nın Semitik bölgelerine İslam’dan çok daha önce de göç ederek genişleme eğiliminde olmuşlardır. Moğollar, 13.yüzyılda Orta Asya ve Orta Doğu’nun büyük bölümündeki medeniyetleri, İslam olmasaydı da yıkacaklardı. Türkler Anadolu’yu, Viyana’ya kadar Balkanları ve Orta Doğu’nun büyük bölümünü yine zapt edeceklerdi. Bu çatışmalar, güç, sınırlar, bölgesel etki ve ticaret üzerinden gerçekleşiyordu ve İslam ortaya çıkmadan çok önce de mevcuttu.

Yine de denklemden dini tamamen çıkarmak doğru olmaz. Eğer İslam hiç ortaya çıkmasaydı, Orta Doğu’nun büyük çoğunluğu (aynı şimdi İslam varlığında olduğu gibi farklı mezheplerdeki) Hristiyan olarak kalacaktı. Çünkü o zaman az sayıda Zerdüşt ve Yahudiler dışında, bölgede başka büyük bir din bulunmuyordu.

Peki ya Orta Doğu Hristiyan kalsaydı? Batı ile bir uyumun ortaya çıkmasını bekleyebilir miyiz? Bunu söylemek için genişlemeci orta çağ Avrupa dünyasının güç ve hegemonyasını komşusu şark’a ekonomik ve jeopolitik sebeplerle dayatmayacağını varsaymak durumundayız ki bu pek mümkün görünmüyor.

Mesela Haçlı seferlerinin sebebi politik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlardı. Hristiyanlık bayrağının sembolü altında, Avrupalıların dünyevî istekleri ve beklentileri yatıyordu. Batı’nın dünyadaki emperyal tahakkümünde yerli halkın dininin çok önemli olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa tutkulu bir şekilde “Hristiyan değerlerinin yerlilere aktarılmasından” bahsetmiş olsa da, asıl hedef sömürge karakolları oluşturarak büyük kentlere zenginlik aktarmak ve Batının güç projeksiyonuna zemin sağlamaktı.

Hristiyan Orta Doğu’da halkın, Avrupa filolarını ve silahlı tüccarlarını sevinçle karşılamayacakları muhakkaktır. Emperyalizm için de bölgenin karmaşık etnik mozaiği oldukça iştah kabartıcıdır - çünkü “böl ve yönet” adlı eski oyunun hammaddesi çeşitliliktir. İslamsız bir Orta Doğu’da Avrupalılar’ın yine kendi itaatkar yerel yöneticilerini, kendi ihtiyaçlarını sağlamak için yerleştireceklerini düşünmek yanlış olmaz.

MODERN SAVAŞLAR

Zamanı şimdi ileri sarın ve petrol çağının Orta Doğu’suna gelin. Orta Doğulu devletler, Hristiyanlar da dahil, kendi bölgelerindeki Avrupa sömürgeciliğini hoş mu karşılayacaklardı? Hiç sanmıyorum. Batı, yine Süveyş Kanalı gibi, aynı kördüğüm noktalarını oluşturup kontrolü elinden bırakmayacaktı. Orta Doğu’lu devletlerin sömürge projelerine direnişinin kaynağı İslam değil, sınırlarının Avrupa jeopolitik tercihlerine uygun olarak yeniden çizilmesine karşı olmalarıydı.

Orta Doğulu Hristiyanlar da emperyal Batının petrol şirketlerinin sırtını Batıcı naiplerine, diplomatlara, ajanlara ve ordulara dayamasını hoş karşılamadılar, Müslümanlardan daha şiddetli tepki gösterdiler. Bunu görmek için Latin Amerika’nın, ABD’nin kendi petrolleri, ekonomisi ve politikası üzerindeki dominyonuna gösterdiği reaksiyonun uzun tarihine bakmanız yeterlidir. Orta Doğu’nun da kendi topraklarında, pazarlarında, egemenliğindeki yabancı arzulara karşı milliyetçi anti-sömürgeci hareketler kurup karşı durması, kontrolü eline almaya çalışması tabiidir-tıpkı Hindu Hindistan’ın, Konfüçyüsçü Çin’in, Budist Vietnam’ın ve Hristiyan/Animist Afrika’nın yaptığı gibi.

Cezayir Hristiyan olsaydı da Fransızlar tarım bölgelerini gasp edecek ve yine sömürge kurmaktan geri durmayacaktı. Etyopya’nın Hristiyanlığı onları İtalyanlar tarafından zalimce yönetilen bir sömürge olmaktan onları kurtaramadı. Orta Doğuluların Avrupa sömürge sistemine tepkisinin İslam’lı veya İslâm’sız bir coğrafyada farklı olacağını düşünmek için hiç bir sebep yok.

YA DEMOKRASİ?

Peki Orta Doğu İslam’sız daha demokratik bir yapıda olabilir miydi? Avrupa’daki diktatörlük tarihi bu konuda da bir güven vermiyor. İspanya ve Portekiz’de zalim diktatörlükler daha 1970′lerin ortasına kadar sürüyordu. Yunanistan kiliseye bağlı diktatörlüğünden daha birkaç on yıl önce kurtulabildi. Hristiyan Rusya hâlâ kendini tam olarak kurtarabilmiş değil. Çok yakın zamana kadar, Latin Amerika ABD’nin “kutsadığı” ve Katolik Kilisesinin de ortak olduğu diktatörlerce sömürüldü. Birçok Hristiyan Afrika ülkesi hala belini doğrultmuş değil. Hristiyan Orta Doğu’nun bundan farklı olacağını beklemek için bir sebep var mı?

Filistin ve Yahudi düşmanlığı

Ve Filistin… Yahudileri bin yıl boyunca utanmazca cezalandıran ve bu rezilliği Holokostla taçlandıranlar Hristiyanlar değil mi? Bu korkunç anti-Semitizm örnekleri Batı Hristiyan topraklarında ve kültüründe köklenmedi mi? Yahudiler bu yüzden kendilerine Avrupa dışında bir bölge aramadılar mı?

Yani İslam olmasaydı da Siyonist hareket yine Filistin’de ortaya çıkıp taban bulacaktı. Ve yeni Yahudi devleti yine aynı 750,000 Arap yerliyi Filistin’deki yaşadığı yerden Hristiyan da olsalar çıkaracaklardı- nitekim bir kısmı Hristiyandı.

Filistinliler kendi topraklarını geri almak için yine savaşacaklardı. İsrail-Filistin problemi yine ulusal, etnik ve sınırsal çatışmaların kalbi olacaktı, zaten ancak son zamanlarda dinsel sloganlarla desteklendi. Ayrıca Orta Doğu’da Arap ulusal hareketinin ortaya çıkmasında Arap Hristiyanlarının rolünü unutmayalım; örneğin ilk pan-Arap Baas partisinin ideolojik kurucusu Sorbon eğitimli Suriyeli bir Hristiyan olan Michel Aflaq’dı.

Elbette Orta Doğudaki Hristiyanların Batıya dinsel bir eğilimleri olduğu inkâr edilemez. Peki, bu eğilim dinsel çekişmeyi engelleyemez miydi? Hayır. Bizzat Hristiyan dünyası, Hristiyan gücünün ilk çağlarından beri çatışan mezheplere bölünmüştü; bu mezhepler Roma ve Bizans güçlerine karşı politik karşıtlığın araçlarıydı. Din altında birleşmek bir yana, altında derin etnik, stratejik, politik, ekonomik ve kültürel hâkimiyet mücadelelerinin olduğu savaşlar yaşandı.

İslamsız bir Orta Doğu halkının dini, İslam’ın ortaya çıktığı sırada bölgede hakim olan Doğu Ortodoks Hristiyanlığı olacaktı. Unutmayalım ki tarihin en uzun, keskin ve acı dolu dinsel ayrılığı Roma’daki Katolik Kilisesi ile İstanbul’daki Doğu Ortodoks Hristiyanlığı arasındadır-bu ayrılık günümüzde de sürmektedir.

Hristiyan düşmanı Hıristiyan

Doğu Ortodoks Hristiyanları, “Hristiyan İstanbul’un” 1204 yılında Haçlılar tarafından yağmalanmasını hiçbir zaman unutmadılar ve affetmediler. Yaklaşık 800 yıl sonra, 1999′da Papa John Paul II, bu gediği kapatmak için birkaç adım atmak ihtiyacını duydu ve bin yıl içinde Ortodoks dünyayı ziyaret eden ilk Katolik papası oldu. Bu başlangıcın daha yeni ortaya çıktığını düşünürsek, Hristiyan Orta Doğu’da bu sürtüşmenin bugün olduğu gibi o zamanda da var olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela Yunanistan’ı ele alırsak, bu ülkede Ortodoksluğun, milliyetçilik ve anti-Batıcı duyguların güçlü bir aracı olduğunu söyleyebiliriz. Yunan politikasındaki anti-Batıcı karakter, daha birkaç on yıl önce, bugün birçok İslamcı liderden duyduğumuz suçlamaları ve keskin görüşleri aynen seslendiriyordu.

Ortodoks Kilisesinin kültürü sekülarizm, kapitalizm ve bireyin üstünlüğünü vurgulayan Batı aydınlanma sonrası söyleminden keskin bir şekilde ayrılır. Kilisenin Batı’yla ilgili korkularının kalıntıları-Batı misyonerliğinin kendi dinine çevirme isteği, dinin, kendi toplum ve kültür kodlarının korunması için bir anahtar olarak algılama eğilimi, Batı’nın bozulmuşluğu ve emperyal karakteri- halen sürmekte ve mevcut Müslüman korkularıyla paralellik arz etmekte. Ortodoks Hristiyan Orta Doğuda da, Doğu Ortodoksisinin en büyük merkezi konumundaki Moskova’nın özel bir etkisinin olacağı şüphesiz. Hristiyan Orta Doğu’nun Soğuk savaş döneminde, Doğu-Batı çekişmesinde jeopolitik arenada yine önemli bir rolü olacaktı. Bu yüzden Samuel Huntington, Batı ile çatışacak medeniyetlerin arasında Ortodoks Hristiyanlığını da zikretmiştir.

Günümüze gelirsek, Irak’ın ABD tarafından işgalinin, Hristiyan olsalardı da olumlu karşılanmayacağını herhalde bekleyebilir. ABD, ultra-milliyetçi ve seküler bir lider olan Saddam Hüseyin’i Müslüman olduğu için devirmedi. Diğer Arapların da işgal travmasında yine Irak Araplarını destekleyeceklerini bekleriz. Hiçbir yerde insanlar yabancı işgalini ve kendi vatandaşlarının yabancı askerlerce öldürülmesini hoş karşılamazlar çünkü. Ve dış güçler tarafından tehdit edilen gruplar, kendilerine tutunacak uygun ideolojiler bularak, direniş mücadelelerini bayraklaştırır ve yüceltirler. Din de bu şekilde kullanılan bir ideolojidir.

İşte İslam’sız bir dünyanın portresi. Doğu Ortodoks Hristiyanlığının etkisindeki Orta Doğu’nun, tarihsel ve psikolojik sebeplerle Batıya mesafeli hatta düşman kilisenin, günümüzde bile hala ana etnik ve mezhepsel çekişmeyi, tarihten gelen bir tepkiyi sürdüren kilisenin, Batı emperyalist orduları tarafından birçok defa istila edilen; kaynaklarına el konulan; sınırları Batılılar tarafından kendi isteklerine göre çizilen ve rejimleri Batılıların dayatmalarına uygun olarak kurulan Ortodoks dünyasının resmi.

Bu tabloda Filistin yine yanacaktı. Yine Filistinlilerin Yahudilere, Çeçenlerin Ruslara, İranlıların İngiliz ve Amerikalılara, Keşmirlilerin Hindistanlılara, Tamillerin Sri Lanka’daki Sinhallere, Uygur ve Tibetlilerin Çinlilere direndiğini görecektik. Orta Doğu yine görkemli bir tarihi model olacaktı- 2000 yıllık büyük Bizans İmparatorluğu’nun kendine kültürel ve dinsel sembol olarak tanımladığı bir model. Bu da birçok yönden Doğu-Batı ayrımını sürdürecekti. Bu resmin, barış ve huzur dolu bir resim olmadığı açık.

PEYGAMBERİN BAYRAĞI ALTINDA

Elbette İslam’ın Orta Doğu’ya veya Doğu-Batı ilişkilerine hiçbir etkisinin olmadığını ileri sürmek saçma olur. İslam, geniş bir coğrafyada yüksek derecede birleştirici bir güç olmuştur. Global, evrensel bir inanç olarak İslam, ortak bir felsefe, ortak bir sanat anlayışı ve ortak toplumsal prensiplerin paylaşıldığı geniş bir medeniyet yaratmıştır. Ahlaklı bir yaşam vizyonu; adalet duygusu, hukuk ve iyi yönetim anlayışı- bütün bunlar bu köklü yüksek kültürün ortak öğeleri olmuştur. Kültürel ve ahlaki bir güç olarak İslam, birbirinden çok farklı Müslüman topluluklar arasında bu etnik farklılıkları ortadan kaldıran bir köprü işlevi görmüş, her topluluğunun kendisini geniş Müslüman medeniyet projesinin bir parçası olarak hissetmelerini sağlamıştır. Tek başına bu bile nasıl güçlendiğini açıklamaktadır. İslam, politik coğrafyayı da etkilemiştir: İslam olmasaydı, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’daki günümüz devletleri-özellikle Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya, Hindu dünyasında şekillenecekti.

İslam medeniyeti ortak bir ideal sağlayarak tüm Müslümanların Batının saldırganlığına karşı bir direnç oluşturmalarını sağlamıştır. Bu direnç, Batı emperyal saldırganlığını durdurmaya yetmediyse de, paylaşılan ve yok olmayan kültürel bir hafıza oluşmasını sağlamıştır. Avrupalılar; birçok Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı insanları birbirine düşürüp bu şekilde kolayca işgal edebilmişlerdir. Bunun sebebi bu ülkelerde, milletler arası direnişi güçlendirecek ortak etnik veya kültürel direniş sembollerinin olmamasıdır.

İslamsız bir dünyada, Batı emperyalizminin Orta Doğu ve Asya’yı bölüp, istila etmesi ve egemenliği altına alması çok daha kolay olacaktı. Geniş bir coğrafyada kaybetme ve aşağılanmanın getirdiği ortak kültürel hafıza bulunmayacaktı. Bugün ABD’nin Müslüman dünyasında kendisini güçsüz hissetmesinin ana sebebi budur. Günümüzde, global iletişim ve uydu fotoğrafları Müslümanlar arasında güçlü bir bilinç ve ortak İslam kültürüne düşman geniş bir Batı kuşatması hissinin hakim olmasını sağlamıştır. Bunun modernite ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu, Müslüman dünyanın stratejik coğrafyası, kaynakları ve hatta kültürü üzerindeki Batı egemenliği ile ilgili bir şeydir. Ne yazık ki ABD, budalaca bunun altında İslam’ın yattığını düşünüyor.

Peki, günümüzde İslam’la özdeşleştirilen en önemli konu olan terörizm? En basit şekliyle, İslam olmasaydı 11 Eylül olur muydu acaba? Eğer Orta Doğu’nun yakınmaları, ABD politikaları ve eylemlerine karşı yıllarca köklenmiş politik ve duygusal öfke, farklı bir bayrak altında ortaya konsaydı, işler daha farklı mı olurdu? Din’in, birçok farklı öfke kaynağı dururken nasıl şamar oğlan haline getirildiğini hatırlayın. 11 Eylül 2001, tarihin başlangıcı değildi. el-Kaide korsanları için İslam’ın fonksiyonu güneş altındaki büyüteçlikti, bu şekilde yaygın ortak öfkeyi topluyor ve bunu yoğun bir ışın şeklinde odaklıyor, yabancı işgalciye karşı bir tepki olarak sunuyordu.

Batı’nın İslam adına terörizme odaklanırken, balık hafızasıyla hareket ediyor:

Yahudi gerillaların Filistin’deki İngilizlere karşı terörizmi kullandıklarını;

Sri Lankalı Hindu Tamil “Kaplanları”nın intihar yeleğini on yıldan daha fazla bir süre önce icat ederek intihar bombacılığını dünyaya armağan ettiklerini- ki Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi bu şekilde öldürülmüştü-;

Yunan teröristlerinin Atina’daki ABD yetkililerine gerçekleştirdiği suikastı;

Indira Gandi’nin ölümüne sebep olan, Hindistan’ı karıştıran, Kanada’da üslenen ve Air India’yı Atlantik üzerinde indiren Organize Sih terörizmini;

1.Dünya savaşının arifesinde tüm balkanları dehşet içinde bırakan Makedonyalı teröristleri unutuyorlar.

19.yüzyıl sonları ve 20.yüzyıl başlarında düzinelerce suikastlerin Avrupalı ve Amerika’lı anarşistler tarafından yapıldığını, kolektif korkunun tohumlarının atıldığını unuttukları gibi. İrlanda Cumhuriyet Ordusunun Britanya’ya karşı yıllarca gerçekleştirdiği etkili terörizmi; Amerikalılara karşı Vietnam’daki komünist gerillaların ve teröristlerin yaptıklarını, komünist Malayların 1950lerde İngiliz askerlerine, Kenya’da Mau Mau teröristlerinin İngiliz yetkililerine yaptıklarını.-liste uzayıp gidiyor. Görüldüğü gibi terörist olmak için Müslüman olmak gerekmiyor.

Hatta yakın geçmişteki terörist aktiviteleri de bunlardan farklı değil. Europol’e göre 2006 yılında Avrupa Birliğinde 498 terörist eylem gerçekleşti. Bunlardan 424′ü ayrılıkçı gruplar tarafından işlendi, 55′i sol-kanat aşırılar ve 18′i çeşitli diğer teröristler tarafından. Yalnızca 1 tanesi İslamcılar tarafından gerçekleşti. Bu rakamlar dünyada ne kadar geniş potansiyel ideolojik terörist faaliyet olduğunu gözler önüne seriyor.

O zaman Arapların (ister Hristiyan olsun isterse Müslüman) İsrail’e; emperyalist güçlerin işgallerine, hükümetleri devirmesine ve müdahalelerine kızgın oldukları için benzer terörist eylemlere ve gerilla savaşına başvurduklarını söyleyebilir miyiz? Aslında soruyu, neden yakın zamana kadar böyle bir şey olmadı şeklinde sormalıyız. Radikal gruplar bu dünya çapında çağda öfkelerini açıkça ifade ettikleri halde, neden onların mücadeleleri böyle değil?

İslam moderniteden nefret ediyorsa, neden saldırısını gerçekleştirmek için 11 Eylül’ü bekledi? Ve neden İslami düşünürlerin çoğu, 20.yy.’ın başında İslami kültürü koruyarak modernitenin desteklenmesinden söz edip duruyorlardı? Usame bin Ladin’in başlangıçtaki davası modernite ile ilgili değildi, Filistin’den bahsediyordu; Suudi Arabistan topraklarındaki Amerikan botlarından, ABD kontrolündeki Suudi yöneticilerden, ve modern “Haçlılardan” bahsediyordu. 2001 yılına kadar Müslümanların, tarihten gelen ve son olaylarla kökleşen bir ABD nefreti ortada yoktu. 11 Eylül olmasaydı, buna benzer bir olayın gerçekleşmesi kaçınılmazdı.

Direniş aracı İslam olmasaydı Marksizm olacaktı. Marksizm ideolojisi sayısız terörist, gerilla hareketi ve ulusal bağımsızlık hareketleri üretmiştir. Bask bölgesinde ETA, Kolombiya’da FARC, Peru’da Sendero Luminoso, Avrupa’da Ayrılıkçı Kızıl Ordu bunlardan sadece birkaçı. Filistin’in bağımsızlığı için kurulan Popular Front’un kurucusu George Habash da, Yunanlı Ortodoks bir Hristiyandı ve Beyrut Amerikan Üniversitesinde öğrenim görmüş bir Marksistti. Kızgın Arap milliyetçiliğinin Marksizm ile flörtü sırasında, birçok Hristiyan Filistinli Habas’a destek verdi.

Yabancı güçlere direnen insanlar propaganda ve mücadelelerini yüceltmek için bayraklar ararlar. Uluslararası düzeyde adalet mücadelesi bu bakımdan iyi bir toplanma noktasıdır. Milliyetçilik bundan da iyidir. Fakat en iyisi dindir; çünkü davasını en kutsal değerlere dayandırır. Ve din, her yerde milliyetçiliği ve etnisiteyi-onu aşsa da- destekler, özellikle düşman farklı dine mensupsa. Bu durumlarda, din her ne kadar çatışma ve karşı karşıya gelmeyi önlese de mücadele için bir araç olarak kullanılır.

Terörizmin, zayıflar tarafından seçilen bir araç olarak kullanıldığı bir çağdayız. ABD ordularının kuvvetinin Irakta, Afganistan’da ve diğerlerinde önünü kesen bir kuvvet. Ve bu yüzden birçok Müslüman olmayan toplumda Bin Ladin, “yeni Che Guevara” olarak adlandırılıyor. Çünkü onlar bu saldırıyı utanmaz Amerikan gücüne karşı başarılı bir direnç, bir intikam olarak değerlendiriyorlar.

BARIŞ DOLU BİR DÜNYA

Sorular bitmiyor: İslam olmasaydı, dünya daha barış içinde mi olurdu? Doğu-Batı çekişmesinin içine duygusal davranarak İslam’ı katmak ve ana sebepler ortadayken çözümü iyice kompleks hale getirmek bizi çözümden daha da uzaklaştırıyor. Problemlerin sebebi İslam değildir. Kur’an’ın ayetlerini kurcalayıp “bizden neden nefret ediyorlar” sorusunu oralarda aramak daha sofistike görünebilir. Fakat bu bize sorunun kaynağına kör kalmaktan başka bir fayda sağlamıyor. Ama öyle ya, problemin kaynağını dünyanın tek süper gücünün büyük ayak izinde aramak yerine İslam’ın kendisinde aramak çok daha kolay.

İslamsız bir dünya yine uzun süreli ve jeopolitik alanı baskı altına alan kanlı rekabetleri görecekti. Din olmasaydı, bu grupların tamamı bir başka bayrak bulacak ve nasyonalizm ve bağımsızlık arayışlarını bu şekilde ifade edeceklerdi. Şüphesiz, tarihin tekerrürlüğü tamamen aynı şekilde gerçekleşmez. Fakat sonuçta, aynı şekilde gerçekleşen birçok şey vardır: Doğu-Batı çekişmesi yine etnisite, milliyetçilik, hırs, öfke, kaynaklar, yerel liderler, bölge, finansal kazanç, güç, müdahaleler, ve yabancıya-işgalcilere ve emperyalistlere karşı nefret olguları çevresinde tezahür edecekti. Böyle bir çatışmada dinin rolü ise sadece sığınılacak bir bayrak haline getirilmek oldu.

Hatırlanması gereken bir başka önemli konu da şudur ki: 20inci yüzyılın en dehşet saçan örnekleri, çok sıkı seküler rejimler çerçevesinde oluşmuştur: Belçika’da Leopold II, Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot gibi. Onların “dünya savaşlarının” konuklarının çoğunluğu Avrupalılardı- ve bu iki global büyük savaşın İslam tarihiyle hiçbir paralelliği yoktu.

Bugün bazıları bu problemlerin hiç ortaya çıkmadığı İslamsız bir dünya diliyor olabilirler. Fakat gerçekte İslamsız bir dünya projeksiyonunun çatışmaları, rekabetleri ve krizleri de bugün yaşadıklarımızdan farklı değil.


 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol